1 Ekim 2012 Pazartesi
Alex De Souza
Küçüklük hayalimdi ve yabancı dil'i seçme nedenimdi diyebiliriz.Hep derdim ALEX'in arkasında tercüman olacağım ben. Allah için ingilizcemde iyiydi olduğu kadar,gelmiştik liseye ve tercih zamanıydı seçtim yabancı dil'i isteyerek ve arzuyla seçtim.3 sene geçti ardından ve yaklaşmış gibi hissediyordum o makama ta ki şu ana kadar..Alex'in gidişi,büyük kaptanın gidişi.Gözümde ölümsüzdü ve hep 10 numarayı terletecekti gibi geliyordu sanki bu sene sınavı kazandıktan sonra önümde bir üniversite olmadan hayalime ulaşacaktım. Ta ki bugüne kadar hayalim öldü.Sen benim çocukluk efsanem değilsin Aykut Kocaman,Çocukluk efsanemin katilisin !
29 Eylül 2012 Cumartesi
Beni Bırakma
Bir sitede dolaşırken elime geçti söze gerek yok cümleler burada...
nedendir bilmiyorum, hep o kelimenin etrafında dönmüşsün durmuşsun;
bana onu miras bırakmış, anılarımızı o iki kelimenin üzerine kurmuşsun…
seni gördüğüm ilk andı kalbimle ilk gerçek tanışmam…
orada çimlerin üzerinde gülücükler dağıtıyordun etrafa… o kalabalığın içinde neydi
bana doğru bakmana sebep, onca şatafatın içinde bendeki suskunlukta neyi fark etmiştin,
nasıl dikkatini çekmiştim hala tahmin edemiyorum; ama bir anda gözgöze gelmiş ve öyle kalmıştık…
ben utangaçlıktan kızaran yanaklarımla uzaklaşırken oradan, hayatımda ilk defa ve tek defa;
ne önce, ne sonra, o gün dışında hiç yapmadığımı becermiş, ve birden yolumu çevirerek yanına gelmiştim.
bugün olsa inan yapamam aynı şeyi, inan çıkmaz o cümleler, ama nasıl bir cesaretse o, söyleyivermiştim bir çırpıda:
“sakın yanlış anlama, ya da anla bilmiyorum; ama gerçekten çok çok çok güzel bakışların var…
ve yüzündeki gülümseme insana herşeyi yaptırır…”
bir gülümseme daha armağan etmiştin bana, muhtemelen cesaretim için, ve ilk defa orada söylemiştin:
“öyleyse beni bırakma!...”
cahillik başa bela, bugün olsa her bir anını yazar çizer, ne yapar, ne eder, kaydeder saklarım,
ama başlangıçtaki en güzel anlarımızı nasıl geçirdiğimizi, neler yaptığımızı şimdi pek hatırlamıyorum…
aklımda kalanlar ancak senin etrafında nefes alabildiğim, ve ancak senin gülümseyişinle var olabildiğim…
ha bir de o gün; o müthiş gün…
ders çalışmaktansa senin yanında olmak niyetiyle adım atmıştım okul kütüphanesine…
ikinci katta cam kenarındaki masada, karşımızda ucu bucağı gözükmeyen ormana bakarken kurmuştuk hayalini evimizin;
bahçeli, teraslı kocaman evimizin… ders notlarını kenara almış, boş bir sayfa çıkarmış, planını bile çizmiştik…
dahası, dayanamamış, yüzüm kızararak çıkarmıştım baklayı ağzımdan; senden bir bebeğim olmalıydı,
senin kadar güzel gülümsemeli, hep senin gibi olağanüstü kalmalıydı…
ilk defa orada, ilk defa o gün yüzünün kızardığını, ilk defa elinin ayağının birbirine dolandığını görmüştüm…
“bebeğim,” demiştin,”sakın, sakın beni bırakma…”
hayatımdaki ilk yaz tatilimdi seninle çıktığımız yolculuk… kaç yerde dolanıp,
kaç yerden vazgeçip de konaklamıştık o son kasabada…
iskelesinden baktığımızda dibini görebildiğimiz tertemiz denizinde kulaç atmayı öğretmiştin bana…
denizin kendisi gibi pürüzsüz kumsalında elele yürümüş, hiç yıkılmayacakmış gibi özene bezene kaleler yapmıştık incecik kumdan…
dalgayı beklemeden kendimiz yıkmıştık yine, nasıl olsa nicelerini yaparız diye…
son gecemizde şık elbiselerimizle dizlerimize kadar denize girdiğimizde fısıldamıştın kulağıma “lütfen beni bırakma” diye…
mikrofondan sesim yayılıyordu gecenin yalnız insanlarının odalarına…
kendi yaralarım ne kadar kapalıydı hesap etmeden, başkalarının dertleriyle muzdarip olma aptallığındaydım…
palyaçonun hikayesindeki gibi üzerime alınırken her hüznü, kendi ilaçlarımdan ölesiye uzaktım…
bir çözüm peşinde koşarken kurduğum acemi kelimelere sığınanlar şükran habercileri gönderirken gizli saklı,
ben onların karmaşık cümlelerinin köleliğini sürüyordum belli etmeden… bir gece “ismini vermek istemeyen” konuk olmuş;
hattın diğer ucundan hayatın güzelliklerinden bahsetmiş,
dibimizdeki o gizli saklıların bazen ancak birileri “orada” dediğinde fark edilebileceğini anlatmıştı,
ama telefonu kapatırken de rumuzunu belli etmiştin zekice: “bizi gecelerde yalnız bırakma…”
okyanus ötesi ayrılık düşünce aramıza, ve kıvrak zekanla ince hesaplar yaparken,
“sen git başka şeyler organize etmeye uğraş, bak ben bizi buluşturma derdindeyim” demiştin…
saçma sapan görünürdü, sadece filmlerde olduğunu zannederdim; tam kapıdan girmek üzereyken birden elindeki bavulu bırakmış,
güvenlik görevlilerinin şaşkın bakışları altında koşarak yanıma gelmiş ve üzerime atlamıştın adeta…
“bak seni bırakıp gidiyorum sanma, sakın cesaret alma, beni bırakmaya kalkma!..”
derken gözlerinden düşen damlalar gülümseyen dudaklarının yanında aşağıya doğru iniyorlardı…
ne çetin bi kış mevsimiydi o sene yaşanan… ben olanca ciddiyetimle iş adamı olma çabasına erkenden girişmişken,
sen hayatın ne başka güzelliklerinin varolduğunu kanıtlıyordun bana, sadece yanımda varolarak…
olgunluğumla tanışma derdindeyken, pas geçtiğim çocukluğumla buluşturmuştun beni bir gün…
karlarda yuvarlanırken umarsızca, kıpkırmızı olmuş yüzünde yakalamıştım o hikayeyi;
örgü eldivenli çocuğun köşesine çekilip, kardan adam yapanları imrenerek seyredişini…
çocukluğum kadar kocamanlığımı da gözüne kestirmiştin belli ki, “bırakmayacaksın beni, biliyorum” demiştin elindeki kartopunu yere bırakırken…
ne kadar uzun zaman geçti gidişinden bu yana; biliyor musun ki ben aslında hala bırakmamışım, bırakamamışım seni…
yerine kimseyi koyamayacağımı bile bile birilerini yeniden sevmeyi denemişim,
ama senin saklandığın köşesini kalbimin özenle kapatmışım, kimseye vermemişim…
hep kaçak olmuşum, bana yaşamını sunanlara bir adım geride kalmışım, çuvallamışım… “ne olur beni bırakma” diyenleri duymazdan gelmişim…
denemişim, çabalamışım, ama hep yerimde saymışım, kaşla göz arasında yine yalnızlığıma dalmışım…
korkak demişler, eleştirmişler, çünkü seni hiç bilmemişler… ne ben anlatmışım seni, ne anlamak istemişler beni…
hayat olanca hızıyla devam etmiş, aşk hep beni pas geçmiş…
bunca zaman sonra, bir film izlemişim, silkinmişim…
geçmişlerinden ve birbirlerinden kurtulmaya çalışan bir çift, hafızasına kazınanları silmeye çabalıyor,
ancak hatıraları hafızalarına karşı koyuyor… bir buz parçasının üzerinde elele yatarlarken,
hayatının en mutlu anını yaşadığını söylüyor hüzün yüklü adam… gözümün önünde
bir kış günü karların üzerinde yan yana uzanmışken yanak yanağa gelişimiz canlanıyor…
ardından hayranlık duyduğum yeteneğinle bizi bir kağıda karalayışın,
ve,
ve ertesi gün siren sesleri arasında elime tutuşturdukları kağıdın üzerinde senin elinden önceki gece yazılmış iki kelime:
“beni bırakma!...”
tüm cesaretimi toplayıp ilk defa buluşuyorum seninle o günden sonra…
bir taş parçasının üzerinde adın var; toprak kurumuş, çiçekler solmuş,
onca zaman buraya gelmeyerek aştığımı sanmışım,
oysa öylesine derinmiş ki izler, ne ben ulaşabilmişim silmek için, ne de üzerine geçebilenler olmuş..
isminin yazıldığı yere dokunuyorum parmaklarımın ucuyla, eskiden yanaklarına dokunduğum gibi;
gözlerinin içine bakıyormuş gibi yapıyorum,
ve mırıldanıyorum çaresiz, yıllar sonra:
“beni bırakma…”
nedendir bilmiyorum, hep o kelimenin etrafında dönmüşsün durmuşsun;
bana onu miras bırakmış, anılarımızı o iki kelimenin üzerine kurmuşsun…
seni gördüğüm ilk andı kalbimle ilk gerçek tanışmam…
orada çimlerin üzerinde gülücükler dağıtıyordun etrafa… o kalabalığın içinde neydi
bana doğru bakmana sebep, onca şatafatın içinde bendeki suskunlukta neyi fark etmiştin,
nasıl dikkatini çekmiştim hala tahmin edemiyorum; ama bir anda gözgöze gelmiş ve öyle kalmıştık…
ben utangaçlıktan kızaran yanaklarımla uzaklaşırken oradan, hayatımda ilk defa ve tek defa;
ne önce, ne sonra, o gün dışında hiç yapmadığımı becermiş, ve birden yolumu çevirerek yanına gelmiştim.
bugün olsa inan yapamam aynı şeyi, inan çıkmaz o cümleler, ama nasıl bir cesaretse o, söyleyivermiştim bir çırpıda:
“sakın yanlış anlama, ya da anla bilmiyorum; ama gerçekten çok çok çok güzel bakışların var…
ve yüzündeki gülümseme insana herşeyi yaptırır…”
bir gülümseme daha armağan etmiştin bana, muhtemelen cesaretim için, ve ilk defa orada söylemiştin:
“öyleyse beni bırakma!...”
cahillik başa bela, bugün olsa her bir anını yazar çizer, ne yapar, ne eder, kaydeder saklarım,
ama başlangıçtaki en güzel anlarımızı nasıl geçirdiğimizi, neler yaptığımızı şimdi pek hatırlamıyorum…
aklımda kalanlar ancak senin etrafında nefes alabildiğim, ve ancak senin gülümseyişinle var olabildiğim…
ha bir de o gün; o müthiş gün…
ders çalışmaktansa senin yanında olmak niyetiyle adım atmıştım okul kütüphanesine…
ikinci katta cam kenarındaki masada, karşımızda ucu bucağı gözükmeyen ormana bakarken kurmuştuk hayalini evimizin;
bahçeli, teraslı kocaman evimizin… ders notlarını kenara almış, boş bir sayfa çıkarmış, planını bile çizmiştik…
dahası, dayanamamış, yüzüm kızararak çıkarmıştım baklayı ağzımdan; senden bir bebeğim olmalıydı,
senin kadar güzel gülümsemeli, hep senin gibi olağanüstü kalmalıydı…
ilk defa orada, ilk defa o gün yüzünün kızardığını, ilk defa elinin ayağının birbirine dolandığını görmüştüm…
“bebeğim,” demiştin,”sakın, sakın beni bırakma…”
hayatımdaki ilk yaz tatilimdi seninle çıktığımız yolculuk… kaç yerde dolanıp,
kaç yerden vazgeçip de konaklamıştık o son kasabada…
iskelesinden baktığımızda dibini görebildiğimiz tertemiz denizinde kulaç atmayı öğretmiştin bana…
denizin kendisi gibi pürüzsüz kumsalında elele yürümüş, hiç yıkılmayacakmış gibi özene bezene kaleler yapmıştık incecik kumdan…
dalgayı beklemeden kendimiz yıkmıştık yine, nasıl olsa nicelerini yaparız diye…
son gecemizde şık elbiselerimizle dizlerimize kadar denize girdiğimizde fısıldamıştın kulağıma “lütfen beni bırakma” diye…
mikrofondan sesim yayılıyordu gecenin yalnız insanlarının odalarına…
kendi yaralarım ne kadar kapalıydı hesap etmeden, başkalarının dertleriyle muzdarip olma aptallığındaydım…
palyaçonun hikayesindeki gibi üzerime alınırken her hüznü, kendi ilaçlarımdan ölesiye uzaktım…
bir çözüm peşinde koşarken kurduğum acemi kelimelere sığınanlar şükran habercileri gönderirken gizli saklı,
ben onların karmaşık cümlelerinin köleliğini sürüyordum belli etmeden… bir gece “ismini vermek istemeyen” konuk olmuş;
hattın diğer ucundan hayatın güzelliklerinden bahsetmiş,
dibimizdeki o gizli saklıların bazen ancak birileri “orada” dediğinde fark edilebileceğini anlatmıştı,
ama telefonu kapatırken de rumuzunu belli etmiştin zekice: “bizi gecelerde yalnız bırakma…”
okyanus ötesi ayrılık düşünce aramıza, ve kıvrak zekanla ince hesaplar yaparken,
“sen git başka şeyler organize etmeye uğraş, bak ben bizi buluşturma derdindeyim” demiştin…
saçma sapan görünürdü, sadece filmlerde olduğunu zannederdim; tam kapıdan girmek üzereyken birden elindeki bavulu bırakmış,
güvenlik görevlilerinin şaşkın bakışları altında koşarak yanıma gelmiş ve üzerime atlamıştın adeta…
“bak seni bırakıp gidiyorum sanma, sakın cesaret alma, beni bırakmaya kalkma!..”
derken gözlerinden düşen damlalar gülümseyen dudaklarının yanında aşağıya doğru iniyorlardı…
ne çetin bi kış mevsimiydi o sene yaşanan… ben olanca ciddiyetimle iş adamı olma çabasına erkenden girişmişken,
sen hayatın ne başka güzelliklerinin varolduğunu kanıtlıyordun bana, sadece yanımda varolarak…
olgunluğumla tanışma derdindeyken, pas geçtiğim çocukluğumla buluşturmuştun beni bir gün…
karlarda yuvarlanırken umarsızca, kıpkırmızı olmuş yüzünde yakalamıştım o hikayeyi;
örgü eldivenli çocuğun köşesine çekilip, kardan adam yapanları imrenerek seyredişini…
çocukluğum kadar kocamanlığımı da gözüne kestirmiştin belli ki, “bırakmayacaksın beni, biliyorum” demiştin elindeki kartopunu yere bırakırken…
ne kadar uzun zaman geçti gidişinden bu yana; biliyor musun ki ben aslında hala bırakmamışım, bırakamamışım seni…
yerine kimseyi koyamayacağımı bile bile birilerini yeniden sevmeyi denemişim,
ama senin saklandığın köşesini kalbimin özenle kapatmışım, kimseye vermemişim…
hep kaçak olmuşum, bana yaşamını sunanlara bir adım geride kalmışım, çuvallamışım… “ne olur beni bırakma” diyenleri duymazdan gelmişim…
denemişim, çabalamışım, ama hep yerimde saymışım, kaşla göz arasında yine yalnızlığıma dalmışım…
korkak demişler, eleştirmişler, çünkü seni hiç bilmemişler… ne ben anlatmışım seni, ne anlamak istemişler beni…
hayat olanca hızıyla devam etmiş, aşk hep beni pas geçmiş…
bunca zaman sonra, bir film izlemişim, silkinmişim…
geçmişlerinden ve birbirlerinden kurtulmaya çalışan bir çift, hafızasına kazınanları silmeye çabalıyor,
ancak hatıraları hafızalarına karşı koyuyor… bir buz parçasının üzerinde elele yatarlarken,
hayatının en mutlu anını yaşadığını söylüyor hüzün yüklü adam… gözümün önünde
bir kış günü karların üzerinde yan yana uzanmışken yanak yanağa gelişimiz canlanıyor…
ardından hayranlık duyduğum yeteneğinle bizi bir kağıda karalayışın,
ve,
ve ertesi gün siren sesleri arasında elime tutuşturdukları kağıdın üzerinde senin elinden önceki gece yazılmış iki kelime:
“beni bırakma!...”
tüm cesaretimi toplayıp ilk defa buluşuyorum seninle o günden sonra…
bir taş parçasının üzerinde adın var; toprak kurumuş, çiçekler solmuş,
onca zaman buraya gelmeyerek aştığımı sanmışım,
oysa öylesine derinmiş ki izler, ne ben ulaşabilmişim silmek için, ne de üzerine geçebilenler olmuş..
isminin yazıldığı yere dokunuyorum parmaklarımın ucuyla, eskiden yanaklarına dokunduğum gibi;
gözlerinin içine bakıyormuş gibi yapıyorum,
ve mırıldanıyorum çaresiz, yıllar sonra:
“beni bırakma…”
12 Ağustos 2012 Pazar
Herkes Gibisin
Cem Karacadan Şimdi Sende Herkes Gibisin dinlerken aklımın odalarında dolaştım da o kadarda boş değilmiş.Eskiden yağmuru severdim ta ki yağmurda yürüyen çiftleri görene kadar,yıldızları saymayı severdim ''bu bizim yıldızımız olsun'' cümlesini duyana dek,gülmeyi severdim ta ki kahkahalar eşliğinde dans eden insanları görene kadar..Neyse boşverelim ne demiş Cem Karaca ''Bence artık sende herkes gibisin...''.
GörkemDeğer
12.02.2012.
GörkemDeğer
12.02.2012.
10 Ağustos 2012 Cuma
Ayrılığın Melodisi
Ayrılıkların arasına yenisi girdiğinde başına giren ağrıdan
başka düşündüğün şeylerde olur çoğu zaman.Mesela ertesi sabah kalktığında
aklında nelerin olacağı,çünkü öncesinde biliyoruzdur aklımızda O olacaktı ama
artık O yok ve düşüncelerin rotası değişecektir.Bazen bir yazı okuruz
gözyaşlarımızla ve bazen de gözyaşlarımız olur yazılarımızla aktarılır… Hangisi
olduğunu bilmiyorum ama ikisini bir arada yaşamak varsa işte tamda burada
oluyor.Sevgi yeterdi çoğu zaman ayakta tutmaya bu binayı yanına Aşk eklenince
soğuktan bile korurdu binayı..Ve ayrılık denen sert rüzgar geldi karşımıza eğer
sarılsaydık bunları aşardık bize zarar gelmezdi.Ama korkaktık uzaktan bakarak
kaybettik birbirimizi yıktık güven odalarını ve özlemimizi.Geriye sadece harabe
bir ilişki ve kurtulmaya çalışan iki ruh bıraktık ,kurtulabilene aşk
olsun.Olsun tabi Aşk olsun başka ne olacaktı ki ? Elimizde olan en büyük nimet
olan Aşk olacaktı ki olmadı.Başarılı bir yıkım daha oldu iki çift el daha
bıraktı birbirini ve iki çift göz daha gözyaşlarıyla boğuştu saatlerce..Değer
miydi hepsine ? Şüpheli, belki evet belki hayır ama dönüp düşündüğünde değerdi
hem de hepsine. Yastığa başımızı koyduğumuzda sevdiğimiz şarkılar çalmayacak
aklımızın odalarında ,sevdiğimizin sesi yankılanacak sokaklarda.Geceler daha
tatlı gelecek gündüzlerden çünkü geceler sizi anlar hiç ses çıkarmadan
dinler..Karşılıklı sustuğumuz olacak gecelerde ne o ses verecek ne de siz
sadece karanlık… Ah o karanlık elinizi uzatsanız beklediğiniz insana uzanacak
gibi ama aslında uçsuz bucaksız bir yerdir karanlık.Ve elinizin tekrar yere
düştüğünü fark edince sessizlik bozulur ve sizi bekleyen rüyalara doğru
yolculuk edersiniz-size en yakın olduğu rüyalara doğru- Uyanınca aynı monotona
döndüğünüz için bir kez daha küfredersiniz adalet’e ve sistemin kölesi olmak
için yaşarsınız-ne kadar yaşamak denirse-
1 Ağustos 2012 Çarşamba
Sevgi
Gecenin bir vakti boş sokaklarımızı aydınlatan
Ay’ın parlak ışıklarından ziyade her saniye özlemle dolan ve sabırla devam eden
sevgimizdi.. Bizi asla yalnız bırakmayacak olan sevgimiz kişi olmuş biçimi ise
Sevgilimiz.. Karanlıktan korkan ufak bir çocuğun elindeki fener gibiydi
sevgimiz ; sıkıca iki elle tutulmuş ve güvenle kaplanmıştı.Atılan her adımda
yeni bir şeyler keşfettiren bir fenerdi sevgimiz,zifiri karanlıkta şiirleri
aydınlatan fenerdi sevgimiz,bizi ayrılıktan koruyan çelik yelekti sevgimiz… Seninle
pamuk şekerdik bazı günler çocukların mutlulukla sahip olduğu ve bizi iç içe
geçirmiş olan şekerlerdendik.Kar olup yağdık seninle bazen camdan bakan insanların gözlerindeki mutluluk
olup. Ve en sonunda biz olmuştuk yaşamın yokluğu içinde sarılan 2 kol ve hızla
çarpan kalpler olmuştuk.Sonsuzluğu insanlara kanıtlamak için biz
olmuştuk,birbirimizi sıkıca sarıp yemin
etmek için biz olmuştuk..
24 Mayıs 2012 Perşembe
En Az Ölüm Kadar
En az ölüm kadar zor özlem . Ağzınızda oluşan kötü
tadın damaklarınızdan gitmemesi kadar acı verici ve zamanın en yavaş geçtiği
dönemlerdir özlem. Madalyon gibidir bazen beklemekle geçen tarafı acı vericidir
ama diğer taraftan kavuşmak düşünülünce ne güzel şeydir özlem ! Belki
gecelerini yıldızlar gibi süsleyecektir özlem belki de kabuslarının baş
kahramanı olacaktır. Sonuç olarak bu olacaktır kaçış yolunu arasakta hepsi bize
çoktan kapanmıştır. Şizofreniye sürükler seni özlem,duvarlar senin en yakının
olmuştur artık her saniye sana bakarak ondan haber getirirler. Duvarlara
küstüğün günlerin bile olacak hesap soracaksın neden haber getirmedi diye ama
sadece boş boş bakan boyalar ve tuğlalar olacak karşında . Sarhoşluk satın
alacak ruhunu bir içki parasına her saniye başın çatlayacak ama yinede beyninde
onun ismi zonklayacak. Şarkılar sana
yazılmış gibi gelecek her notasında yaşanmışlar hatırlanacak ve arkasından
gözyaşları.. Ah gözyaşları ne güzel şeydir sevginin ve aşkın soyut kavramdan
çıkıp somutlaşmasının tek örneğidir. Gözyaşları cinsiyet ayırmaz somutlaşmak
ister ve dökülür her saniye onu görmek istediğimiz çift gözümüzden. Her damla
acımızı dindirmek yerine tuz basarak yere düşer. Düştükçe canımızı
yakar,canımız yandıkça özleriz ve özledikçe ölürüz. İçimizde ki aşkı kendi
ellerimiz ve gözyaşlarımızla öldürürüz. Bizde aşk katillerinin kafilesine katılıp
yeni hedeflere yöneliriz ya da hedef olmaya…
Görkem Değer
24.05.2012
23.36
Görkem Değer
24.05.2012
23.36
23 Nisan 2012 Pazartesi
Kısır Döngü
Aşkların ve ayrılıkların arasına bir yenisi daha eklenirken yerde kalan
sadece gurur olmuyor aşk kırıntıları da beraberinde geliyor.Aşkta mantık aramak
istiyorum bazen neden diye ama buna ne zaman yetiyor ne akıl.. Bedenim de
ruhumda yıpranıyor her geçen gün ve saniye. İçimde fırtınalar kopuyor sevgi
sandalları batıyor ve rüzgarlar esiyor,üşüyorum. Ayakta daha az üşüyorum ama
kalkabilecek halim kalmıyor artık bitiyorum..
Hayatımın ritminde bozukluklar oluşuyor,tonlar sertleşiyor acı verici
hale geliyor ve tamda o anda Aşk denen şey çıkıp geliyor ve acılarımı
dindiriyor . Ritimlerimi akıcı ve hoş bir ezgiye çeviriyor vazgeçilmez bir
tutku oluyor.. Bağırışlar ve çığlıklar beraberinde geliyor acı, acı değil bu
öfkeyi de peşinde getiriyor. Kırıp döküyorum her yeri kalp ve sevgi dinlemeden.
Yeniden ritimler sakinleşiyor duraksıyorum ve arkama bakıyorum ah.. Ah..
kahretsin yine dağıtmışım her şeyi tek başıma yeneceğim bunları diyorum ve
ardından baş ağrısı yine baş ağrısı ve sensizlik .. Bu kısır döngü içinde sönük
bakışlarla dolaşıyorum kurtulmam gereken bu kısır döngü içinde..
Görkem Değer
02.04.12
Görkem Değer
02.04.12
10 Nisan 2012 Salı
Son Plak
Bir tür müzik gibiydi yaşananlar plağa koyduğumuzda
hoş bir tınıyla başlamıştı ve dönüp duruyordu..Notalar birbirine
yaklaştı,yaklaştı ve kavuştular artık beraberliğimiz kaçınılmaz oldu.. Ritim
hızlanıyordu kalp atışlarımızla beraber ve müziğimiz hala hoş bir tonla devam
ediyordu..Arada çiziklerimiz oluyordu bir diğer notamız onu kapatıyordu aldırış
etmiyorduk.. Zirveye doğru yaklaşırken ritim hızlanıyor ve tonlar
sertleşiyordu,yıpranıyorduk. Şarkımıza çığlıklar,bağırışlar ekleniyordu sert
bir ezgiye dönüşmüştük adeta..Ritimimiz kesik kesik devam ediyor ve
sertleşiyordu bizse çaresizce plağın etrafında dönüyorduk hala. Kaçınılmaz sona
yaklaşıyorduk ve parçalanıyorduk şarkımız sona eriyordu. Notalar durgun,ritim
yavaş ve ses kısık bir şekilde sona vuruşlarımızı yapıyorduk her şarkı gibi
bizde..
Ve plağa uzanan bir el bizi bir kenara bırakmıştı bile..Sonlanmıştık..
Ve plağa uzanan bir el bizi bir kenara bırakmıştı bile..Sonlanmıştık..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)